Etiketler

30 Ekim 2012 Salı

Uçarken Kalemimden Dökülenler




Uçak yolculuğu birçok kişi için ne kadar sıkıcı bir şey ise benim içinde bir o kadar eğlencelidir. Özellikle büyük şehirde yaşıyorsanız, karmaşadan uzaklaşarak kendinizle kaldığınız bir alan yaratma fırsatı verir uçmak insana.

Uçağa bindiniz; şöyle cam kenarından havalanırken şehre baktınız, kulağınızda sevdiğiniz bir müzik. Kendinizle baş başasınız ve özellikle yurt dışına uçuyorsanız en az 2 saat kendinizi dinleme fırsatınız var. Size önerim, hazır sevdiğiniz müziği dinlerken birde şarap söyleyin, alın elinize kağıdı kalemi son zamanlarda yapmak isteyip de yapamadığınız ve sürekli ötelediğiniz her şeyi yazın.

Gitmek istediğiniz ama kaçırdığınız filmler, okumak istediğiniz kitaplar ya da gitmeyi ertelediğiniz kısa tatil yöreleri, hatta biraz uçuk davranarak belki paraşütle atlama ya da kite sörf öğrenme gibi aktiviteler de bu listenin bir parçası olabilir. Buda nereden çıktı demeyin, ben bu makaleyi yazmadan önce elimdeki kağıda kısa bir liste yapayım dedim, inanın düşüne düşüne 2 saat nasıl geçmiş anlamadım. Meğer ne zamandır kendimi dinlememişim. Listeniz illa sosyallikten oluşmak zorunda değil tabii, sevdiklerinizle daha sık vakit geçirmek, onlara sevdiğinizi daha sık söylemek bile bunun bir parçası olabilir. Hatta hazır başlamışken benim gibi hızınızı alamazsanız önümüzdeki yıldan beklentilerinizi de yazabilirsiniz. Eminim şuan okurken size komik geliyor, belki bu listeleri her zaman yapıyorsunuz ama hep bir karmaşa içerisinde. Gerçekten konsantre bir şekilde hayatın merkezine kendinizi oturtup önce ben neler istiyorumun listesini yaparsanız ve ara arada dönüp neler yazdığınıza bakarsanız eminim ki en az 2-3 tanesini gerçekleştirdiğinizi fark edeceksiniz. Bir kez olsun  “SİZİ ŞIMARTIN”. Gündelik hayatımızda birçoğumuz hep başkalarının öncelikleriyle yaşayarak kendimizi unutur hale geliyoruz. Patronumuzun öncelikleri, çocuklar, sevgiliniz, aileniz, eşiniz bu liste uzar da uzar. Asıl anlatmak istediğim bu tarz bir liste yapmak için illa uçakta olmanız tabiki gerekmez sadece size özel olabilecek, kimsenin sizi rahatsız etmeyeceği bir alan yaratın ve kendinizle baş başa zaman geçirin.

Bunu yapmak bana uçakta kısmet oldu. Yapmak isteyip de ötelediğim meğer ne çok şey varmış, inanın listeme çek atmaya başlamak için sabırsızlanıyorum. Unutmayın başkalarını sevmek önce kendinizi sevmekle başlar. Başardığınızı görmek de kendinize olan güveninizi arttırır. İşte tüm bunlar bir halka gibi büyüyerek topluma yayılır ve mutlu insanlar olarak hayata devam etmemizi sağlar. Negatif bir pencereden bakmak yerine temiz hava içerisinde bol oksijenli bir camdan nefes almak bizim elimizde. Seçim size kalmış.



28 Eylül 2012 Cuma

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer


Hayata bakış açınızdan, aslında şimdiye kadar değiştirmek isteyip de bir türlü değiştiremediğiniz düşüncelerinizden kurtulmak mı istiyorsunuz? Sürekli kurban rölünü oynamaktan sıkıldınız mı?
Hayatın zaman zaman birçoğumuza ağır geldiği olmuştur ve bazen gerçektende sorgulamalara kaptırıp kendimizi, vazgeçmeyi bile düşünmüşüzdür sevdiğimiz bu yaşamdan.  Kaderiniz sandığınız hayatı nasıl değiştirebileceğinize dair ipuçları ile dolu bir  kitap “Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer”. Kişisel gelişim hikayesi gibi başlayan, daha ilk sayfalarda tüm dikkatinizi odaklamanızı sağlayarak bazen eğlenceli bazen de zekice bir kurgu ve hafif gerilime dönüşen bu kitabı mutlaka okumanızı öneriyorum.

Kitabın baş kahramanı olan Alan Greenmor’ın, hikayesi  Fransa’da dünyaya gelmesinin ardından  annesinin aşk macerası nedeniyle Amerika’ya yerleşip ve yine annesinin isteğiyle üniversiteyi bitirerek Paris’e geri dönmesi  ile başlıyor. Borsada hissesi olan büyük bir istihdam ve danışmanlık şirketinde “İşe Alımcı” olarak göreve getiriliyor.
Paris Monmartre’da yalnız yaşayan ve isinden de pek hoşnut olmayan Alan’ın hayatındaki tek mutluluk olan Audrey’nin de tam mutluluğu yakaladığını düşündüğü anda hayatından çıkması Alan’ı iyice bunalıma sokuyor.

Bir gün yaşamından tamamen vazgeçmek için Eyfel Kulesine çıkıyor. Kendini boşluğa bırakacağı anda karşısına bir adam dikiliyor. Adı Yves Dubreoil olan bu kişi onunla bir pazarlık yapıyor. Ölmekten vazgeçmesini ve hayatını tamamen ona adamasını istiyor. Bundan sonra Yves ne derse o olacak!

Yves, Alan’ı adeta bir kobay gibi ele alarak mutsuz olma nedenlerini, korkuları, arka plana attığı tüm düşüncelerini su yüzüne çıkarıyor. Kendini özgür hissetmediğini, insanların ona davranışlarına aslında kendi pasifliğinin, korkaklığının sebep olduğunu, kendi isteklerine önem vermesi gerektiğini, bir kukla ve kurban olmaktan kurtulup hayatına kendi istekleri doğrultusunda yeniden şekil vermesini söylüyor.
Söylemiyor, emrediyor hatta nede olsa hayatı Yves’in ellerinde.

Yves, Alan’ın tüm yaşadıklarından kurtulması için ona farklı pratikler yaptırıyor. Örneğin, bir fırıncıdan ekmek alırken sorun çıkartmasını, isteklerini açıkça söylemesini hatta gerekirse sesini yükseltmesini, öğütlüyor. Sonra şık bir saatçide bütün saatlari denemesini ve dükkandan birşey almadan çıkmasını, hatta daha sonra da bir takside şoförün tüm söylemlerine karşı çıkmasını istiyor.

Alan, Yves’den önceki hayatında yapmayı sevmediği, saygı duymadığı ya da kendine güvenmediği ne varsa tersini yapmak zorunda kalıyor. İnsanların onunla ilgili yargılarını umursamadan hayatta ne yapmak istiyorsa onu yapıyor, çok zorlansada belki hayatında ilk kez özgürlüğü burnunun ucunda hissediyor.

Korkularından kurtuldukça, herşey olumlu değişim sürecine giriyor. İşinde güçlenen, kendini sevip hayatından memnun olmaya başlayan Alan, bir süre sonra, tüm özgürlüğünü isteyip Yves’in emirlerinden de kurtulmaya karar veriyor. Bu süreçte de tahmin edemeyeceğiniz, farklı bir maceraya sürükleniyor olacaksınız.
Aslında kitabı okudukça farkına varacağınız şey, hayatın yükünü arttıran dış etkenler varolsa da, onları kambur haline dönüştürenin bizler olduğu. İçimizdeki korkular, önyargılar, engeller ve başkalarının ne düşündüğüne takılı kalmamız bunlardan bazıları. Tüm olumsuzlukları değiştirmek tabiki 1 günde olacak birşey değil, ancak, birçoğumuz Yves gibi bir kahramana ihtiyaç duymadan da kendi farkındalığına varabilir. Değiştirmek isteyeceğimiz şeylerin listesi uzun olsa da yılmadan devam etmeliyiz. Bu her zaman kurban rölü oynamaktan daha iyi bir şeçimdir. Sonrasında, istediğiniz “Ben’in” tadını çıkarmak kalıyor geriye.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Santorini


Yunan adaları içinde en romantik ada olarak tabir edilen Santorini, biz Türklerin aslında görmeye alışkın olduğu şeylere mi sahip, yani biraz pazarlama harikası mı yoksa gerçekten hayatınızda bir kere görülmeye değer mi? Yazımı okuduktan sonra kararı sizlere bırakıyorum.



Bildiğiniz gibi ada yıllar önce gerçekleşen volkanik patlama sonucu oluşmuş. Volkanik patlama deyince aklınıza simsiyah karanlık bir ortam gelmesin, inanın bana ada da harika bir ambiyans yaratılmış. En ufacık sokaklar bile girilip çıkılası ve ilgi çekici hale bürünmüş. Benim gibi mavi beyaz hayranı bir insan için ret edilemeyecek manzaralara sahip. Ada çoğunlukla balayı çiftleri tarafından tercih ediliyor denilse de bence grup olarak gitmek içinde uygun.

Adaya ulaşımla başlayalım. Türkiye’den Santorini’ye direkt bir gidiş yolu yok ne yazık ki. O nedenle biz önce Kos ordan da feribot ile Santorini’ye geçis yaptık. Farklı alternatifler neler derseniz İstanbul – Mykanos arasını Bora jet ya da Atlas jet’in uçakları ile uçarak yine Mykanos’dan Santorini’ye geçebilirsiniz. Uçakla gitmek için bir diğer alternatif ise Olympic Airlines ile Atina aktarmalı olarak uçmak. Uzun bir tatil planınız var ise  Kuşadası-Samos-Mykonos-Santorini şeklinde meşakkatli bir alternatif de seçenekler arasında. Yorucu olabilir fakat aynı tatil içerisinde birçok ada görmeniz de bir yönden oldukça cazip olabilir.

Adaya vardığınızda genellikle önceden ayırdığınız oteller sizi limandan ya da havaalanından almaya geliyorlar. Adaya gün ışığında varır iseniz limandan merkeze doğru çıkarken sizi eşsiz bir Caldera manzarası karşılayacak. Ilk duyacağınız kelimelerden biri olan Kalimera* ile adaya bir selam verin derim. (*merhaba) Adanın limana yakın olan merkezi Thira (Fira). Genellikle butik otellerden oluşuyor. Booking.com’da zevkinize ve bütçenize uygun çok farklı seçenekler bulmak mümkün. Biz geçen sene yeni açılan Fira’nın merkezine yürüme mesafesinde olan Philippion otelin suit odasında konakladık. Otel oda, temizlik, çalışanlar, hizmet ve kahvaltı servisi olarak son derece tavsiye edebileceğim bir yer. Fiyatı diğer butik otellere göre uygun olduğundan manzarayı biraz kenardan görüyorsunuz ama yine de odanızda kahvaltı etme imkânınız bile var. Illa full manzaraya uyanalım derseniz arkadaşlarımızın konakladığı toplam 5 odadan oluşan Aria Suites’i öneririm.

Oteller ve restaurantlar genellikle size uçurum kenarındaymışsınız hissiyatı verebilir ama manzarayı ve lezzetli yemekleri tattıktan sonra bu hissiyat içinizden tamamen kaybolacak. Fira’ya gitmişken gün batımından önce sofraya oturup uzo’larınızı sipariş edin derim. Gün batımı eşliğinde hafif hafif atıştırmaya başlamanın tadı bir başka.

Adanın bir diğer merkezi olan Oia (İa olarak okunuyor)’da bence güneş Fira’dan daha ihtişamlı batıyor. Dünyanı farklı ülkelerinden binlerce insan o daracık caddelerde güneşi batırmak için adeta bir ritüel oluşturarak bu manzarayı izlemeye geliyorsa vardır bir sebebi.

Otellerin de butik konseptte,  özel bir tatil yaşatma anlayışıyla hizmet verdiğini söyleyebiliriz. Caldera manzarasına hakim Oia ya Fira’da uçurumun kenarındaki butik otellerin her biri kendi içinde ayrı bir güzelliğe ve özgünlüğe sahip. Oia’yı biraz daha nişantası havasında bir yer olarak düşünmek mümkün. Fira’dan daha konsept ve kameralarınıza harika anılar bırakacak manzaralara sahip.

Ada içinde ulaşım oldukça kolay, neredeyse adanın her yerine Ulusoy, Varan tipinde otobüsler servis yapıyorlar. Ehliyetiniz var ise ATV kiralayarak da gezebilirsiniz. Biz şansa bir vip transfer bulduk ve aradığımızda bizi istediğimiz yere alıp bıraktı. Gregory’e bir kez de buradan teşekkürler. Adayı hep beraber altını üstüne getirmemizde katkısı büyük.

Plajlardan bahsetmek gerekirse ilk gün birçok kişinin gitmeden çok tavsiye ettiği Red Beach’e gittik. Biz Türklerin altın kumlu sahillerinden sonra dağ tepe aşarak plaja varmak baya garip bir duygu idi. Özellikle parmak arası plaj terliklerinizle gitmeseniz iyi olur. Gerçekten söylediğimde samimiyim baya volkanik kayaları tırmanarak ve sonrada hafif kaya hafif taş aşağıya yürüyerek denize varıyorsunuz. Öğleden önce plaja vardı iseniz şezlong yakalayabilirsiniz yoksa o kadar yolu gelip havlunuzu kayalara sermek zorunda kalıyorsunuz. Yiyecek ya da tuvalet vs gibi lüksler aramayın çünkü yok. Oldukça bakir bir yer. Ufak bir büfe ve dilim karpuz satan bir ağabey var, tuvalet ise oldukça derme çatma. İlla bu kırımızı plajı görelim derseniz plajı tırmanmaya başlamadan önce düzlükte bulunan büfe’den yiyip içebileceğiniz bir şeyler alın. Burası bize yetmedi illa birde Black ve White Beach’i de gelmişken görelim derseniz kişi başı 7.5 euro’ya küçük takalarla Red Beach’den oralara ulaşmanız mümkün. Belki ben kafamda red beach denilince çok şey hayal ederek gittim ama arkada yüksek kırmızı volkanik bir tepe ve küçük kızıl çakıllardan oluşan bir plaj görünce hayallerim biraz suya düştü. Akşam yemeğe gidene kadar açık söylemek gerekirse ya her yer böyle ise diye biraz moral bozukluğu yaşadık. Otelimize gelip biraz dinlendikten  sonra tekrar umutlarımızı yüklenip Fira merkezde bulunan Agro restaurant’a gittik. Iyki de gitmişiz hem modumuz değişti, hem de iyki Santorini’ye gelmişiz dedirtmeyi başardı bize gördüğümüz tüm manzaralar. Gün batımından önce giderseniz Fira merkezde çok güzel resimler çekebilirsiniz. Restaurant’daki mezeler ve yemekler çoğunlukla bizim ağız tadımıza uygun. Özellikle 3.kata rezervasyon yaparsanız tepeden tüm manzaraya hakim olacaksınız. Kızarmış ballı feta cheese, favalı ılık ahtapot, şarap ve uzo soslu midye, jumbo karides özellikle denemeniz gerekenler arasında. Biz rakı düşkünü Türkler için en büyük zorluk sanırım Uzo’yu 200 ml’lik şişelerde servis ediyor olmalı. Kalabalık bir grup iseniz her 5 kadehte bir, bir yenisini sipariş etmek durumda kalıyorsunuz.  

Yemek sonrası bir yerlerde eğlenelim derseniz orası biraz sıkıntılı, ada aşk adası olduğundan mekanlar da genellikle romantizm üzerine kurulu. Barlara girdiğinizde müzik hafif bir volum’le çalıyor ve şezlonglara uzanıp ışıldayan Fira’yı izliyorsunuz. Bunlardan bazıları Tango bar ve Franco bar. Tropical ve Casablanca barda müzik sesi biraz daha yüksek ama çılgın bir eğlence havası da yok.

2. gün ise ilk günkü plaj zorluğunu yaşamamak adına bu kez otelimize danıştık. İşletme sahibinin direkt bize önerisi Perivallos oldu. Bodrum Türkbükü tarzı yan yana farklı plajlardan oluşuyor. Upuzun bir sahil. Zevkinize göre herhangi birine oturun derim. Şezlong ve menü fiyatları 2.5-5 Euro arası değişiyor. Beach partide olsun derseniz Jojo ve Chillis’i yoklayabilirsiniz. Müzikler biraz Michael Jackson ve Madonna tarzı ama nostalji oluyorJ Kafanızı eğleneceğim diye hazırladıysanız keyif almak mümkün. Burada gittiğimiz plajlar arasında en beğendiğimiz Anemos oldu. Türkbükündeki Maki ayarı bir plaj. Yemekler, restaurant ve güneşlenme alanı diğerlerine nazaran daha şık. Hemen yanında yurtdışında birçok yerde aynı isme rastlayacağınız Cafe Del Mar var. Müzikleri adından da tahmin edileceği üzere gün boyu tam kafa dinlemelik.

Akşam için ise plajdan hiç otele dönmeden yanınıza bir ince elbise ya da şort alarak sahilde yemek yemeniz mümkün. Burada da Netz adında bir Yunan tavernasına gittik. Taverna deyince illa müzik, dans beklemeyin. Taverna Yunanistan’da yerel lokanta anlamına geliyor. Burada da ahtopot ızgara, domates mücver ve deniz börülcesine benzer ot oldukça leziz. “Kalioreksi” (afiyet olsun, tamamen duyduğum şekilde yazıyorum) Yemek sonrası tatlıyı es geçmeyenlerden iseniz sufle ve baklava mevcut. Baklava demişken Güllüoğlu baklavanın yerini hiçbir şey tutamaz. Yunanistan’ın farklı adalarında da baklavanın tadına bakmaya özen gösterdim ama bu konuda bizim gerçek lezzetti yakaladığımızı düşünüyorum.

Gelelim Oia’ya. Benim aklım da, kalbim de orda kaldı. Beyazın mavi ile adeta dans ettiği dar sokakları, hediyelik eşya dükkanları, güneşin ise batarken hafızanızda yer ettiği Oia. Burada da Lotza restaurant’in manzarası güzel. Farkli birçok resturant var ama inanın bana o kadar kalabalık ki erken gidip oturmazsanız yer bulmak imkansız. Güneşi batışı harika ama o sokaklarda ufacık tepelerin üzerine ellerinde kameraları ile yığılmış insanları görmek de farklı bir his. Herkes aynı saniyelere odaklamış kamerasını bekliyor.  Bir de önünden geçerken gözüme takılan Melevio pastane’den bir şeyler denenebilir, oldukça cezp edici tatlar var gibi. Bu arada canim Türkiye’mde de güneşin harikalar yarattığı yerler var ammada anlattın demeyin, Oia’nın havasını ve o kadar insanın aynı anda nefesini tutarak manzaraya odaklandığını gördüğünüzde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Adalarda sevdiğim son şeye gelir isek Yunanlıların misafirperverliliği ve cana yakınlığı. İnanın çoğu Türkleri seviyor. Türküm dediğiniz anda sürekli söyledikleri “My Friend, Come”. Bu My friend olayı tatil sonuna kadar bizim dilimizde tekerleme haline geldi.

Eee bukadar anlattım, yazımın başında da söylediğim gibi gidip gitmeme kararı sizin. Benim bir tarafım adanın ihtişamının biraz fazla abartıldığı ama bazı manzaralar da da hala ne yalan söyleyeyim aklımın takılı kaldığı. Özellikle balayı ya da özel bir teklif için tercih yapmak gerekirse Oia’daki oteller çok daha romantik. Aklınızın bir köşesinde farklı bir seçenek olarak bulunsun.

Seneye yaza güneşi Santorini’de batırmaya ne dersiniz?
Yakında görüşmek üzere!(Taksana Leme)…

 

 

 

18 Eylül 2012 Salı

Karşı Komşi "KOS"

Diğer adıyla İstanköy Turgutreis’den bakıldığından sanki elinizi uzatsanız gideceksiniz gibi yakın.  Ilık esen rüzgârı, denizi, beyaza boyalı evleri ile Bodrum’u Kos’tan Kos’u Bodrum’dan ayırmak pek kolay değil karşılıklı bakıldığında.

Adaya varış oldukça kolay. Bodrum Kale’den ya da Turgutreis Marina’dan kalkan feribotlarla Schengen vizeniz elinizde ise 45 dk’da kendinizi Kos’da buluyorsunuz, Turgutreis’den gitmeyi tercih ederseniz varış süreniz 30dk’ya düşüyor. Bodrum’dan Gümüslük’e balık yemeğe giderken harcadığınız zaman ile neredeyse aynı.

Boylu boyunca taş duvarlarla döşeli Kos marinaya indiğinizde 5 dk yürüyerek merkeze varıyorsunuz. Gidiş – dönüş feribot  maliyeti 30 euro. Yeter ki feribot saatinden yarım saat önce limanda olun. Yazılanın aksine adalara vizesiz girilemiyor o nedenle sakın kapıda vize alırız gibi haberlere aldanıp yola çıkmayın.
Kos Ege denizinin Türkiye’ye en yakın adası imiş. Bir havalimanı bulunduğunu araba ile dolaşırken keşfettik ama nerelerden uçak var bunu google’a sormak lazımJ

Biz önceden otelimizi ayırttığımız için feribottan iner inmez otelin adresi elimizde başladık sormaya. Adanın merkezi gerçek anlamda çok büyük olmadığından 10 dk yürüyüş ile otelimize vardık. Oteli Türk bir karı-koca işletiyor. Aslına bakarsanız odaları vs temiz, sabah geç kalktığınızda size kahvaltı hazırlıyorlar, hatta “aaa çocuklar ben sizi unutup topladım kahvaltıyı hemen hazırlıyorum” diyecek kadar bile samimiler. Ufak tefek karışıklıklar sorun olmaz bu tatlı çiftle illa tanışalım derseniz Mariem otele uğrayın derim. Önerdikleri plajlar, restaurantlar vs gerçekten adanın en iyileri diyebilirim. Kendi eviniz gibi dolapları açıp bardak, su vs her şeyi alabiliyorsunuz ve sanki yurdunuzdan hiç ayrılmamışsınız gibi herkes Türkçe konuşuyor. Otelin başka bir artı yönü de 1 sokak arkasında kilometre boyu uzanan sahilin olması. Yan yana farklı tatlarda her türlü yemeğe ulaşabileceğiniz, şezlongları kişi başı 2 ila 4 Euro arası değişen yerlerde oturabilirsiniz. Burada tercihi size bırakıyorum. Sahil boyunca yürürken gözünüze kestirdiğinize oturun. Kalite ve temizlik aşağı yukarı hepsinde aynı. Sophies rest’in yemekleri ve plajı hiç fena sayılmaz. Bu arada otel ayırtmadan da adaya gitmek mümkün. Sahil boyu ve sokak aralarında birçok şirin pansiyon, ufak otel tarzı yerler var.

Ada da merkezde bulunan sahilin dışında farklı koylarda var. Buralara ulaşmak için araba, motor ya da ATV kiralayabilirsiniz. Bize otelin sahipleri bu konuda da yardımcı olup acenteden 60 Euro’ya kiralayalacağımız arabayı elimize birde harita tutuşturarak kendi arabalarını kiraladılar. Üstelikte makul bir fiyata. Adanın birbirine en uzak mesafesi tahminimce 1 – 1,5 saat kadar. Adayı çözünce bu daha da kısalabilir ama yol bilmeyince dur sor, haritaya bak 1,5 saati buluyor ister istemez. Kardemena, Kefalos, Tigaki, Antimachia, Mastihari, Marmari ve Pyli gibi koylar adanın en bilinenlerinden. Buralarda ne göreceğiz derseniz çok da farklı bir şey yok, adanın arka tarafına geçtikçe deniz belki biraz daha dalgalı fakat plajlar yumuşacık kum ve boylu boyunca uzanıyor. Benim gibi plaj boyu yürüyüş yapmayı seviyorsanız, gitmeye değer.  Tigaki’deki Mickie Beach’den memnun kaldık.

Kos’da toplam 2 gün kaldığımız için çok da öneride bulanamayacağım belki ama inanın bana gittiğimiz restaurantlar zaten adanın en iyi 2 restaurant’ı imiş. Bu durumda nokta atışı yaptığımız için çok mutlu olduk. Bunlardan biri “Barbauni”. Oldukça sık, içeri girdiğinizde beyaz tenteler, loş mumlar, hafif müzik ve yemekler birbirinden lezzetli. Vizeniz cebinizde ise her sene gidilir valla. Bodrum Gümüşlükte ya da Yalıkavak’da şahane balık yediğini sananlar ki bizde bu gruba dahildik buraya gelince fark ettik ki maddi ve manevi tatmin Kos’da çok daha yüksek. İlla canlı müzik dinleyelim  derseniz Barbauni’nin hemen yanında Caravelle rest’da hem yemek yiyip hem de Yunan müziği dinleyerek dans edenleri izleyebilirsiniz. Hatta sirtaki yapmak isteyenler kendilerini direkt sahneye atabilirler. Biz Türkler kafamız biraz şense her yörenin dansını yaparız biliyorsunuz. “Ela My Friend” dedikten sonra kimse sizi yadırgamayacaktır bence. Neler yiyeceğinize gelirsek sıcak feta cheese (Talagani), Yunan salatası olmazsa olmaz, ızgara kalamar, ahtapot ve jumbo karides’i mutlaka yemelisiniz. Türkiye’de bu fiyatlara yemek mümkün değil. Birde severseniz kızarmış ıstakoz parçaları da ağzınıza layık olabilir. Biz yemeklerden o kadar memnun kaldık ki yanında bolda rakı içince gece bar gezmeye fırsatımız olmadı. Bar tarzı yerlerin önerilerini inşallah önümüzdeki sene yazıya ekliyor olurum. Bu arada Yunanistan’a gittiğinizde her yerde o kadar güzel yerel müzik çalıyor ki inanın bana bara gidip her gün dinlediğimiz tarzda müziklerle kafa yormaya gerek kalmıyor. 

Alışveriş için turistik bakımdan ufak da olsa şirin bir çarsısı var. Hatıra olarak üzeri Kos yazılı el işlemesi örtüler, zeytin ağacından elde yapılan süs eşyalar  en çekici olanları. Sakız likörü seviyorsanız adada iki adet büyük içki satan tekel bayii tarzı dükkân var. Uzo’da almak mümkün tabii. Benim için Türk rakısının yerini hiçbir şey tutmayacağı için boşuna taşıma zahmetine girişmedim. Bir de yerel dükkânların bulunduğu bir çarsı var, illa giyim alışverişi yapalım derseniz oraya yönlenmenizi tavsiye ederim. Onun dışında adaların kaçınılmazı bizim Kapalı Çarşının daha da ucuz versiyonu taklit çantalar, gözlük, saat ve ayakkabılar her 10 mt’de bir  karşınıza çıkabilir.

Merkezde alışverişten yorulup şöyle bir soluklanalım dediğinizde kilisenin hemen önündeki Taverna Kuputu’ya gidebilirsiniz. Sahibi Türk, menüde yok yok. Meze, Ege mutfağı, İtalyan, balık ve et her şey mevcut. Aç çıkmayacağınız garanti. Ayrıca canlı olmasa da keyfinizi yerine getirecek yunanca  müzikler çalıyor. Biz Santorini feribotuna binmeden önce orda yemek yedik. Santorini feribotu demişken Blue Ferry firmasından on-line ya da Kos bayisinden bilet satın alarak farklı adalara ulaşmak mümkün. Blue Ferry dışında başka feribot firmaları da mevcut. Hangi adalara ulaşım olduğunu öğrendikten sonra tercih size kalmış.

Ülkemizin aksine özenerek söylüyorum  ki bisiklet kültürü adada oldukça gelişmiş. Neredeyse çoğu insan araba ya da motor yerine bisiklet tercih eder durumda.  Ada araç trafiğine açık olsa da insanlar bisiklete de bir vasıta gözüyle bakmayı çoktan öğrenmişler. Unutmadan adada Osmanlı mimarisinin izlerini de görmek mümkün. Loziya Camii ve Defterdar Camii adanın merkezinde zaten karşınıza çıkıyor olacak. Diyorum ya camimiz var, çoğu insan Türkçe de konuşuyor hakikaten komşuyuz biz adayla. Birde şu vizeyi kaldırsalar her daim ordayız ama…

Son olarak  yapabileceğiniz başka bir aktivite de 3 adalara düzenlenen günübirlik turlar. Kısıtlı günümüz olduğundan bu gidişimizde tadını çıkaramadık. Seneye inşallah.

Kos Santorini’ye kıyasla daha salaş bir ada olsa da yine de kendinizi Avrupa’da gibi hissetmeniz mümkün. 45 dk’lık bir feribot seyahati ile iyi bir kaçamak noktası. Hizmet, güler yüz, lezzetli yemek ve keyifli müzik derseniz “Haydi Karşı Komşu’ya”… Ben yine gidiyor olacağım.

 


18 Ağustos 2012 Cumartesi

Cebimdeki Sözler



ü      “Mutlu olmak için uğraş vermelisiniz. Mutluluğa iş, para ya da aşkla ulaşılmaz. Mutluluk sizinle kendiniz arasında bir meseledir” (Rufus Wainwright)

ü            “Eğer son birkaç yılda önemli bir fikrinizi değiştirip yenisini edinmediyseniz, hemen nabzınızı kontrol edin;  ölmüş olabilirsiniz” (G. Burgess)

ü            “Kendi kabuğunuza çekileceğiniz, tasınızı tarağınızı toplayarak teslim bayrağını çekmek isteyeceğiniz zamanlar olacak. Bunlar aslında kendinizi zorladığınızı, öğrenmek ve geliştirmekten korkmadığınızı gösterme fırsatlarıdır. Azimle devam edin” (Joyce Guile)

ü            “Zor olan çılgın bir fırtınadan sonra gökkuşağı gibi gülümseyebilmektir”
(Z.N Hurston)

ü            “Kendini çok zorlama, en güzel şeyler onları en az beklediğinizde olur”
         (Gabriel Garcia Marquez)

ü            “Dualarınıza dikkat edin, gerçekleşebilirler” (Emerson)

ü            “Düşleri gerçekleştirmenin en kestirme yolu uyanmaktır” (J.M Power)

ü            “Tanrı’nın bir şeyi ertelemesi reddetmesi demek değildir”

ü            “Paraya ihtiyacın yokmuş gibi çalış. Kimse seni üzmemiş gibi sev. Kimse seni seyretmiyormuş gibi dans et. Kimse seni dinlemiyormuş gibi şarkı söyle. Cennet dünyada imiş gibi yaşa”

ü            “Karşımıza çıkan her türlü sorumluluğu sessizce kabul etmek kendimize yaptığımız en büyük sorumsuzluktur” (John Cage)

ü            “Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın”

ü            “Taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir” (Jacob Riis)

ü            “Eğer yaşamınızda daha yapacak çok şeylerin olduğunu hissediyorsanız ve arzularınızı gerçekleştirmek için kendinize “Daha Zamanım Var” diyorsanız gençsiniz”

ü            “Olgun insan güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen adamdır” (Konfüçyüs)

ü            “Kahkaha ruhun dansıdır”                                                      



4 Ağustos 2012 Cumartesi

Dubrovnik, Karadağ & Bosna Hersek


5 kız vize almadan nereye gidelim diye düşünürken Dubrovnik’de karar kıldık. Gitmeden önce gerekli tüm araştırmaları yapıp 7 günün 7sini dolu dolu geçirebilmek için ufak yolculuk planımızı da yanımıza alarak havaalanına doğru yola koyulduk.

Dubrovnik havaalanına iniş yaptıktan sonra yaklaşık 30 dk’lık bir araba yolculuğunun ardından internette ‘Dubrovnik’ yazdığınızda karşınıza çıkan manzara gerçekten resimlerdekinin aynısı. Kuş bakışı oldukça gotik ve doğal taşların hakim olduğu bir renk uyumu. İlk aklımıza gelen buranın gece ışıklandırılınca ne hale geleceği oldu.  Eylül’ün ilk haftası olduğu için şehirde çılgın bir kalabalık yoktu. Çok bilinçli olmasa da oteli bölgenin en güzel yerinde seçmiş olmamız bizi mutlu etti. Lapad bölgesi gerçekten en iyi denize sahip yermiş. Birçok plajı gezdikten sonra sizinde bizimle aynı kanıda olacağınızdan eminim. Plajların adlarına aldanıp da ahh burası süper olabilir diye her birini gezmeye kalmayın. (Copacobbana plajı gibi)
Bu kısa girişin ardından biraz da şehri gezelim hep beraber;

Şehir tarihi açıdan ortaçağ boyunca ilk eczane, ilk yetimhane, ilk karantina hastanesi gibi Avrupa’nın ilklerine sahne olmuş bir yermiş. Otelden haritamızı alır almaz ilk durağımız Stari Grad (eski şehir) oldu. Tura başlamamızla birlikte Bokar, Minceta, St. Jean ve Revelin Burçları, Lovrijenac Kalesi, Şehir sur sistemi, Pile Kapısı ve Şehir Kapısı, Aziz Vlaho (Blaise) Heykeli, Onofrio Çeşmesi, Fransiskan Manastırı, St. Saviour Kilisesi, Stradun caddesi, Luza Meydanı, Orlando Sütunu, Saat Kulesi, Silahhane, Sponza Sarayı, Eski Liman, Dominikan Manastırı, Karantina-Lazareti, Hz. Meryem Göğe Yükseliş Katedrali, St. Blaise Kilisesi, Rektör Sarayı, Gundulic Meydanını görme sansını yakaladık. Çok uzun yolculuk gibi görünebilir ama her yer neredeyse birbiri ile yan yana olduğu için tüm tarihi yapıları 1 günde yürüyerek gezmeniz mümkün. Fotoğraf makinenizi yanınızdan ayırmayın bence. Merkezde gündüz keyifli vakit geçirip biraz soluklanalım, kahve, dondurma ya da yemek keyfi yapalım derseniz mutlaka zevkinize uygun bir kafe karşınıza çıkacaktır. Bu uzun turun ardından otele gidip bir duş alıp dinlendikten sonra ne yapalım diye sorarsanız geleceğiniz yer yine aynı merkez olacaktır. Bu kez de gece ışıklar altında merkezi dolaşmanın keyfine varabilirsiniz. Hemen her yerde canlı müzik var. Kafelerde, kiliselerde canlı konserler, gece yarısına kadar yürüdüğünüz her caddede hatta sokak arasında farklı bir melodi duymanız mümkün. Yemek için tercihiniz ana caddenin hemen bir paralelinde bulunan Alaçatı tarzı dar sokaklar olabilir. Böcek ve midyeler hem göze, hem mideye hem de cebinize hitap ediyor. İnanın bana İstanbul’da o böcekleri bu fiyata yemek mümkün değil. Gitmişken kolesterole takılıp yememezlik etmeyin. Bu arada house wine (ev yapımı şarap)’ları da fena sayılmaz. Şarap için bolca seçenek var. Biraz eğlence için ise ara sokaklarda bulunan ufak barları keşfe çıkın. Burada da kovadan kokteyl içmeyi unutmayın.

2. gün havanında güzelliğinden faydalanıp Elafiti Adaları Turu yapalım dedik. Otelden ya da Dubrovnik limanından tekne turu ayarlamanız mümkün. Kişi başı öğlen yemeği dahil 50 ve 80 euro arasında değişiyor fiyatlar. Öncelikle palmiye ağaçları ve büyüleyici doğası ile ünlü Koloçep adası, sonra Şipan Adasına gittik. Şipan adası tarihi açıdan diğer adalara nazaran daha zengin. Biz öğlen yemeğimizi kaptanın adada bulunan evinde yedik. Bizi deniz midyeleri, balık, evde pişirdikleri ekmeklerle ağırladılar. Yemeğin lezzetine renk katan bir başka aktivite ise kaptanın kendi akordiyonu ile ailecek söylediği şarkılardı. Son olarak da  ''Barış Adası” olarak bilinen Lopud'a gittik. Burada da özellikle adanın arkasında denize girmenizi tavsiye ederim. 

3. gün ise otelden hiç kıpırdamadan sahilin ve yeşil mavi denizin tadını çıkardık. Unutmadan küçük bir not; Biz Eylül ayında gittiğimizde deniz gerçekten bu güne kadar gördüğüm en güzel denizlerden biri idi, bir arkadaşlarım Haziran’da gitti ve aynı tadı alamadıklarını söylediler. Mevsime göre değişiyor olabilir. Sonra sen önerdin biz gittik memnun kalmadık demeyin diye yazıyorum bu ayrıntıyıJ Ha unutmadan görmeye değer bir başka manzara ise yeşil mavi sulara kızıl rengi ile boyun eğen güneş batışı. Ortalığı gerçekten görsel bir şölene çeviriyor. Bu renklere karşı kaç resim çektik  artık siz düşünün.

4. gün Dubrovnik’in tadına vardık yakınlarda nerelere gidelim derken  Karadağ (Monte negro) & Budva’ya doğru yol almak için aldık elimize haritaları ver elini araba kiralamaya. Arabayı Dubrovnik limanından kiralamak mümkün. Avis vs gibi bilindik birkaç firma mevcut. Karadağ yolu çok uzak değil, gözünüzde büyütmeyin ve mutlaka gidin derim. Herceg Novi sınır kapısı üzerinden Karadağ’a varabilirsiniz. Türk vatandaşlarına vize gerekmiyor. Çoğunlukla yol boyu deniz kenarından gidiyorsunuz. Dağların eteklerine serilmiş evler, Boka Kotorska, milli parklar, Venedik benzeri şehir meydanı, manastır ve kiliseleri, muhteşem doğası sizi içine çekecek. Kotor (merkez)’da yapacağınız şehir turunda Deniz Kapısı, Prens Sarayı, Napolyon Tiyatrosu, Silah Meydanı, Saat Kulesi ve Utanç Sütunu, aristokrat ailelerin yaptırdıkları Şehir Sarayları, Aziz Tryphon Katedrali, Karampana, Aziz Nikola ve Aziz Luka Kiliseleri panoramik olarak görebilirsiniz. Kotor’dan sonra Budva sahil kasabasına doğru yol aldık. Budva Venedik döneminde deniz ticareti ile zenginleşmiş bir kasaba. Uzun yıllardır var olan sur sistemi, dar sokakları, kiliseleri,  marinası, kafe ve restoranları ile bu ufak kasabanın tadı da bir başka diye düşünüyorum. Dubrovnik’den sadece Karadağ ve Budva’ya gidecek iseniz önce Budva sonra Kotor yapın derin. Belki gündüzden Budva’da denize girip serin serin Kotor’ı akşamüstüne doğru gezmek de güzel bir fikir olabilir. Biz Karadağ’dan Bosna Hersek’e devam etmek istediğimiz için ilk yolu tercih ettik.

Gelelim Bosna Hersek’e. İlk olarak Bosna Hersek’in Adriyatik’e açıldığı tek nokta olan Neum kentinden geçerek Neretva deltası üzerinden sınır noktası olan Metkovic’e ulaşarak Bosna-Hersek sınırına giriş yaptık. Tekrarlamaya gerek varmı bilmem ama yine vize yok, sadece pasaportunuza onay basıp sizi bekletmeden geçiriyorlar. Sınırdan geçtikten sonra ilk durağımız bir Osmanlı yerleşimi olan Poçitel köyü oldu. Poçitel’de Hacı Ali bin Musa (Şişman İbrahim Paşa) Camii, Türk Hamamı, Medreseyi göreceksiniz. Köyün hemen ardından asıl geliş nedenimiz olan Mostar köprüsüne doğru hareket ettik. Bosna Hersek’den geçerken hepimizi bir hüzün kapladı ve arabada bir sessizlik, binaların duvarları hala savaştan kalma halde delik deşik idi. Aslında planımız 1 gece burada kalıp ertesi günü dönmek olsa da hepimizi içine alan hüzün duygusu bizi bir an önce buradan geri dönmeye itti. Aslında farkına varmadan baya bir yol gelmiş olmamıza rağmen bütün yolu geri döndük.  Mostar köprüsünü anlatmadan geçmek istemem. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 16 yy. inşa edilmiş olan köprü Bosna Hersek’de mutlaka görülmeye değer bir nokta. 1993 yılında savaş sırasında yıkılmış ve bir Türk firması tarafından yeniden ayağa dikilmiş. Tarihi bir yapıyı yeniden bizlere kazandırdıkları için ayrıca teşekkürler.

Bir sonraki gün ise ne yaptınız derseniz Hvar adasındaki eğlenceye doğru yol aldık. Adaya denizden ve karadan ulaşmak mümkün. Deniz yolu feribotları sadece belirli günlerde var, gitmek isterseniz planınızı ona göre yapmanızı öneririm. Adanın tüm detaylarını “Adriyatik’de Gizli Cennet – Hvar” yazımda okuyabilirsiniz.

Dubrovnik’te gezilecek kıyı köşe yerler, cafeler, arka sokak restaurantları vb her şeyden bahsettik alışverişi de atlamayalım. Aslına bakarsanız alınacak çok da bir şey yok. Buzdolabı süsü, çan, Dubrovnik resimli tuzluk, karabiberlik ve zeytinyağlığı da aldıktan sonra baya bir hatıra ürünü almış oluyorsunuz. Bunları şehir merkezinden hiç taşımayın derim. Hepsi çıkış yapacağınız havaalanında bol miktarda mevcut.
Bir ara Hırvatistan’a vize konulacak denildi, bu bir söylentide olabilir ama hazır fırsat varken gidip görün derim. Mayıs, Haziran ve Eylül aylarında tatil için keyifli bir rota olacaktır...






20 Temmuz 2012 Cuma

Kaş Bağımlılık Yapar mı Bilmem?


Dalaman’a vardıktan sonra yaklaşık 2,5 saat süren yolculuğun ardından kendinizi Kaş’da buluyorsunuz. Uzak olduğundan mı yoksa virajlı ulaşım yolundan mı bilmem ama gizli kalmış bir güzellik diyebilirim Kaş için.  Tarihi açıdan zengin bir ilçe. Batık kent Kekevo, antik çağın önemli merkezi Myra, Noel Baba’nın öldüğü yöre Demre ve Lykia’nın bir numaralı liman kenti Patara’yı Kaş’dan kolaylıkla varılabilecek farklı destinasyonlar olarak düşünebilinirsiniz.

Antiphellos antik kenti üzerine kurulmuş olan Kaş'ta kentin içindeki tarihi kalıntılar adeta gündelik hayatın  bir parçası olmuş durumda. Merkezde gezerken Likya döneminden kalan kayalara oyulmuş mezarlara rastlıyorsunuz. Kaş halkı hem doğal güzelliklere hem de tarihine iyi sahip çıkmış. Kaş halkı demişken oldukça sıcakkanlı ve cana yakın insanlar olduklarını söylemeden geçemeyeceğim. İnsanlar, bizim sürekli gittiğimiz tatil beldelerinde olduğundan farklı davranıyor. Bahşiş verildiğinde tutarı önemsemeden yüzlerinde bir gülümseme beliriyor. Stres seviyeleri sıcak havaya rağmen oldukça düşük. Buda yüzlerde sürekli gülümsemeye neden oluyor.

Kaş’a gitmek için en doğru zaman Mayıs – Temmuz’un ilk haftası ve Eylül-Kasım’ın ilk haftası olabilir. Neler yapılabilir derseniz ufak bir ilçe olsa da seçenek çok: Dalış, yamaç paraşütü, günlük tekne turları (13 ada ve Kekova turu), jeep safari vb… gibi ilgi alanınıza göre her gününüzü farklı geçirebileceğiniz bir bölge.

Kaş’a ulaşım:
Antalya ya da Dalaman havalimanından ulaşım mevcut. Dalaman daha yakın olduğu için biz o yolu tercih ettik. Taksi ile 220 TL civarı, Gezinet’in otobüsleri ile kişi başı 30 TL (444 4 394),  diğer bir seçenek ise Havaş ile Fethiye’ye kadar gidip oradan Kaş otobüslerine binmek.

Alışveriş:
Turistik birçok ilçe de olduğu gibi Kaş’ın merkezinde de çok sayıda hediyelik eşya dükkânı var. El dokuması halı ve kilimler, mısır çarşısını andıran baharatçılar, süs eşyaları, deri ve deriden üretilen giyim eşyaları ve tabii el yapımı takılar. Yayla kültürünü yansıtan ev eşyaları ve yemeniler, kenarları oyalı masa örtüleri de yabancıların oldukça rağbet gösterdiği ürünler arasında. İlginizi çekerse Cuma günleri ilçe pazarı kuruluyor. Kosta Bodo; en ilimi çeken dükkân buydu. Camdan el işi ürünler satılıyor, hepsi de yabancı tasarımcılara ait. Ev dekorasyonu için gerçekten zevkli parçalar var. Mağazaların çoğunda Visa ve Mastercard geçiyor. Döviz büroları da geç saate kadar açık. 

Yöre İçi Ulaşım:
Çarşıdaki caminin oradan kalkan minibüslerle Çukurbağ yarımadasına, yatch maniranaya ve Kalkan’a gitmek mümkün. Kekova, 13 adalar turu ve Liman ağzındaki plajlara ulaşım ise merkezde teknelerin bulunduğu yerden organize edilebilir.

Tekne Turu:
Kekova turunu tavsiye ederim: İnönü koyu, Batık şehir, akvaryum koyu, Kale Köy ve Ekileks görülmeye değer. Deniz gözlüklerinizi yanınıza alırsanız profesyonel dalmadan dahi deniz altının tadını çıkarabilirsiniz. Tekne “Tomris” ile bu keyfin tadını çıkarın derim. 3 kişilik bir aile ve bir tekne turunda rastlanmayacak türde ikramda bulunuyorlar. 13 adalar turu için ise “Bermuda” teknesini tercih edebilirsiniz.

Gece Hayatı:
Yaz sezonunda Kaş sokakları insanla dolu, barlar gecenin geç saatlerine kadar açık. Marina ve civarındaki barlar Barcelona, Hi Jazz Bar, Boheme Bar, Temple Bar, Kybele, Mavi Bar, Red Point, Villa Marina Bar ve Hideway hemen ilk akla gelenlerden. Anladığım kadarıyla herkesin aperatif bir şeyler içtiği buluşma noktası Mavi Bar. İster mavi barda oturarak içkinizi yudumlayabilirsiniz isterseniz kalabalığa karışıp yandaki marketten biranızı alarak barın tam karşısında bulunan kaldırım taşlarına oturarak da aynı keyfi yaşayabilirsiniz. Çekirdek çitlemekte ekstrası. De javu bar’da da değişik kokteyller var. Küçük çakıl plaj dönüşü güneşi batırırken mohito içmenin tadı başka. Gece 24’den sonra ise en kalabalık ve dans edilebilen yer sanırım Red Point (eski Hadi Gari tadında). İlla dans edeceğim derseniz, içerisi klimalı. Bu arada gece gezmelerinde herkes şortlarıyla gayet rahat ve mutlu.

Konaklama:
Kaş merkez konaklamak için ideal. Merkezde ya da Küçük çakıl bölgesindeki otel ya da pansiyonlar zevkinize göre ilk seçenek olabilir. Bunun yanı sıra biraz daha sakin ve özel plajı olan otellerde konaklamak isterim derseniz tercihinizi Çukurbağ yarımadasındaki butik otellerden yana kullanın derim.
Ekteki link otel arayışınızda yardımcı olacaktır.
http://cukurbag-yarimadasi.neredekal.com/otelleri/
Biz Çukurbağ’da Amphora otelde kaldık. 25 odalı ve özel plajı olan bir aile oteli. Otel sahibi İlhan Bey yardımcı ve cana yakın bir insan. Odaları temiz, her sabah begonviller içinde kahvaltı edebileceğiniz bir restaurant var. Sabah kahvaltıda çalan ıslık eşliğinde şarkıları dinlerken kulağımı çınlatabilirsiniz. Daha önce hiç duymadığım bir müzik tarzı. Akşam denize girmek isterseniz otelin iskelesini rahatlıkla kullanabilirsiniz. Hatta bizim gibi sonuna kadar keyfini çıkaralım derseniz de roze şarabınızı yudumlayarak batan kızıl güneş manzarasının ardından denize girmenin keyfi bir başka, adeta tüm koy size ait gibi.
Aphora otel’in hemen yanındaki Aquaria otel de tavsiye edilebilir. Burası Çukurbağ yarımadasının otel bakımından daha az gelişmiş tarafı. Kalabalık oteller bölgesinde ise Clup Capa, Hotel Barbarrossa, Lukka Hotel de tercih edilebilir. 
Yine sadece otel ve plaj bana yeter diyenlerdenseniz Liman ağzındaki Port Beach otelde sakin bir tatil için önerilebilir.
Çok şık, hatta balayına uygun bir otel arayışında iseniz de Peninsula Gardens’i mutlaka incelemenizi öneririm.

Plaj: 
Liman ağzı: Bilal’in yeri ve Port Beach hotel. Bir yan koyda ise Peros hotel & beach var. Buraya ulaşım limandan kalkan tekne ya da takalarla yapılıyor. Yaklaşık 15-20 dk süren deniz yolculuğun ardından bu şahane koya ulaşıyorsunuz. Deniz Çukurbağ yarımadasındaki açık denize kıyasla adeta bir göl durgunluğunda. Bütün gün sudan çıkmak istemeyeceksiniz. Hatta denizin içine çimebilirsiniz. Orda öyle deniyor.
Küçük çakıl: Kaş merkezden yürüyerek ulaşabileceğiniz bir bölge. Bölgenin özelliği denize kaynak suyu karışması. Sıcakta bol bol ısındıktan sonra iliklerinize kadar donduğunuzu hissedebileceğiniz bir koy. Nur Beach hotel, Medusa, Derya Beach ilk tercihler arasına girebilir. Derya Plaj Türkiye’deki ilk 10 plaj listesinde.
Kaputaş Plajı: Merkezden kalkan minibüslerle buraya ulaşmak mümkün. Bakir bir plaj. Kendi şemşiye ve yiyeceğinizi yanınızda götürmeniz gerekli.
Meis adası: Kaş’da otururken ışıl ışıl renkleri ile gecenizi aydınlatan ufak Yunan adası. Vizeniz var ise günübirlik düzenlenen ada turuna katılabilirsiniz.

Yeme /İçme:
Dolphin restaurant; iyi bir  manzara, ufak bir teras, daha greek tarzda bir balıkçı. 20:00 civarında orda olursanız balıklar tükenmeden yeme fırsatınız olur. Mekan çok butik olduğundan önceden rezervasyon gerekebilir.
Mercan Balık; Limanın hemen yanında. Bahçe içinde bir balıkçı. Masaya oturmadan balık, jumbo karides ve karavidalarınızı canlı canlı seçerek sipariş vermenizi öneririm. Lagos, Akya şiş, Sinarit ve Deniz Levreği de balık için iyi tercihler arasında. Her ne kadar ortalarda görünmese de Balık ve Karavidayı kurutmadan hakkıyla pişirebilen bir aşçı var içerde.
Bahçe balık; Herkes tarafından tavsiye edilen bir balıkçı. Humus, balık köftesi, mücver ve mantar topları balık haricinde tadabileceğiniz seçenekler arasında.
Meydan Pizza; Balık yemekten sıkıldığınız anda illa kebap ise ilk tercihiniz tam da meydan da bulunan Meydan Pizza’da Kebap, lahmacun, Kaşarlı mantarlı / kuşbaşılı pideyi tadabilirsiniz.
Hayta Meyhane; Canlı müzik eşliğinde farklı mezelerin tadına varabilirsiniz. 
Zeytin Restaurant; Ağırlıklı Akdeniz mutfağı ama aslında etten mantıya menüde aradığınız birçok şeyi bulabileceğiniz bir rest/café. Aralarına yeni katılan ahtapot salatası da mevcutJ Garson bize ahtapot salatasını önerirken aynen bu cümleyi kurdu. “Aralarına yeni katılan ahtapot”
Nur Pastanesi; Hafif dibi tutmuş sütten yapılan dondurması ve meyveli lezzetler denenebilir.

Son olarak bir toparla Kaş’a niye gidelim derseniz inanın bana uzun zaman sonra Bodrum, Çeşme, Antalya, Marmaris gibi uğrak yerlerde gördüğümüzden farklı bir doğa ve denize sahip. Sakin tatil yapıp, kazık yemeden, keyifli bir dinlence arıyorsanız Kaş’a mutlaka uğrayın. Bu yazın son trend konusu olan lahmacun ve ayran Kaş’da 10 TL belki ondan da ucuza.

 

 

 




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...