Etiketler

28 Eylül 2012 Cuma

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer


Hayata bakış açınızdan, aslında şimdiye kadar değiştirmek isteyip de bir türlü değiştiremediğiniz düşüncelerinizden kurtulmak mı istiyorsunuz? Sürekli kurban rölünü oynamaktan sıkıldınız mı?
Hayatın zaman zaman birçoğumuza ağır geldiği olmuştur ve bazen gerçektende sorgulamalara kaptırıp kendimizi, vazgeçmeyi bile düşünmüşüzdür sevdiğimiz bu yaşamdan.  Kaderiniz sandığınız hayatı nasıl değiştirebileceğinize dair ipuçları ile dolu bir  kitap “Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer”. Kişisel gelişim hikayesi gibi başlayan, daha ilk sayfalarda tüm dikkatinizi odaklamanızı sağlayarak bazen eğlenceli bazen de zekice bir kurgu ve hafif gerilime dönüşen bu kitabı mutlaka okumanızı öneriyorum.

Kitabın baş kahramanı olan Alan Greenmor’ın, hikayesi  Fransa’da dünyaya gelmesinin ardından  annesinin aşk macerası nedeniyle Amerika’ya yerleşip ve yine annesinin isteğiyle üniversiteyi bitirerek Paris’e geri dönmesi  ile başlıyor. Borsada hissesi olan büyük bir istihdam ve danışmanlık şirketinde “İşe Alımcı” olarak göreve getiriliyor.
Paris Monmartre’da yalnız yaşayan ve isinden de pek hoşnut olmayan Alan’ın hayatındaki tek mutluluk olan Audrey’nin de tam mutluluğu yakaladığını düşündüğü anda hayatından çıkması Alan’ı iyice bunalıma sokuyor.

Bir gün yaşamından tamamen vazgeçmek için Eyfel Kulesine çıkıyor. Kendini boşluğa bırakacağı anda karşısına bir adam dikiliyor. Adı Yves Dubreoil olan bu kişi onunla bir pazarlık yapıyor. Ölmekten vazgeçmesini ve hayatını tamamen ona adamasını istiyor. Bundan sonra Yves ne derse o olacak!

Yves, Alan’ı adeta bir kobay gibi ele alarak mutsuz olma nedenlerini, korkuları, arka plana attığı tüm düşüncelerini su yüzüne çıkarıyor. Kendini özgür hissetmediğini, insanların ona davranışlarına aslında kendi pasifliğinin, korkaklığının sebep olduğunu, kendi isteklerine önem vermesi gerektiğini, bir kukla ve kurban olmaktan kurtulup hayatına kendi istekleri doğrultusunda yeniden şekil vermesini söylüyor.
Söylemiyor, emrediyor hatta nede olsa hayatı Yves’in ellerinde.

Yves, Alan’ın tüm yaşadıklarından kurtulması için ona farklı pratikler yaptırıyor. Örneğin, bir fırıncıdan ekmek alırken sorun çıkartmasını, isteklerini açıkça söylemesini hatta gerekirse sesini yükseltmesini, öğütlüyor. Sonra şık bir saatçide bütün saatlari denemesini ve dükkandan birşey almadan çıkmasını, hatta daha sonra da bir takside şoförün tüm söylemlerine karşı çıkmasını istiyor.

Alan, Yves’den önceki hayatında yapmayı sevmediği, saygı duymadığı ya da kendine güvenmediği ne varsa tersini yapmak zorunda kalıyor. İnsanların onunla ilgili yargılarını umursamadan hayatta ne yapmak istiyorsa onu yapıyor, çok zorlansada belki hayatında ilk kez özgürlüğü burnunun ucunda hissediyor.

Korkularından kurtuldukça, herşey olumlu değişim sürecine giriyor. İşinde güçlenen, kendini sevip hayatından memnun olmaya başlayan Alan, bir süre sonra, tüm özgürlüğünü isteyip Yves’in emirlerinden de kurtulmaya karar veriyor. Bu süreçte de tahmin edemeyeceğiniz, farklı bir maceraya sürükleniyor olacaksınız.
Aslında kitabı okudukça farkına varacağınız şey, hayatın yükünü arttıran dış etkenler varolsa da, onları kambur haline dönüştürenin bizler olduğu. İçimizdeki korkular, önyargılar, engeller ve başkalarının ne düşündüğüne takılı kalmamız bunlardan bazıları. Tüm olumsuzlukları değiştirmek tabiki 1 günde olacak birşey değil, ancak, birçoğumuz Yves gibi bir kahramana ihtiyaç duymadan da kendi farkındalığına varabilir. Değiştirmek isteyeceğimiz şeylerin listesi uzun olsa da yılmadan devam etmeliyiz. Bu her zaman kurban rölü oynamaktan daha iyi bir şeçimdir. Sonrasında, istediğiniz “Ben’in” tadını çıkarmak kalıyor geriye.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Santorini


Yunan adaları içinde en romantik ada olarak tabir edilen Santorini, biz Türklerin aslında görmeye alışkın olduğu şeylere mi sahip, yani biraz pazarlama harikası mı yoksa gerçekten hayatınızda bir kere görülmeye değer mi? Yazımı okuduktan sonra kararı sizlere bırakıyorum.



Bildiğiniz gibi ada yıllar önce gerçekleşen volkanik patlama sonucu oluşmuş. Volkanik patlama deyince aklınıza simsiyah karanlık bir ortam gelmesin, inanın bana ada da harika bir ambiyans yaratılmış. En ufacık sokaklar bile girilip çıkılası ve ilgi çekici hale bürünmüş. Benim gibi mavi beyaz hayranı bir insan için ret edilemeyecek manzaralara sahip. Ada çoğunlukla balayı çiftleri tarafından tercih ediliyor denilse de bence grup olarak gitmek içinde uygun.

Adaya ulaşımla başlayalım. Türkiye’den Santorini’ye direkt bir gidiş yolu yok ne yazık ki. O nedenle biz önce Kos ordan da feribot ile Santorini’ye geçis yaptık. Farklı alternatifler neler derseniz İstanbul – Mykanos arasını Bora jet ya da Atlas jet’in uçakları ile uçarak yine Mykanos’dan Santorini’ye geçebilirsiniz. Uçakla gitmek için bir diğer alternatif ise Olympic Airlines ile Atina aktarmalı olarak uçmak. Uzun bir tatil planınız var ise  Kuşadası-Samos-Mykonos-Santorini şeklinde meşakkatli bir alternatif de seçenekler arasında. Yorucu olabilir fakat aynı tatil içerisinde birçok ada görmeniz de bir yönden oldukça cazip olabilir.

Adaya vardığınızda genellikle önceden ayırdığınız oteller sizi limandan ya da havaalanından almaya geliyorlar. Adaya gün ışığında varır iseniz limandan merkeze doğru çıkarken sizi eşsiz bir Caldera manzarası karşılayacak. Ilk duyacağınız kelimelerden biri olan Kalimera* ile adaya bir selam verin derim. (*merhaba) Adanın limana yakın olan merkezi Thira (Fira). Genellikle butik otellerden oluşuyor. Booking.com’da zevkinize ve bütçenize uygun çok farklı seçenekler bulmak mümkün. Biz geçen sene yeni açılan Fira’nın merkezine yürüme mesafesinde olan Philippion otelin suit odasında konakladık. Otel oda, temizlik, çalışanlar, hizmet ve kahvaltı servisi olarak son derece tavsiye edebileceğim bir yer. Fiyatı diğer butik otellere göre uygun olduğundan manzarayı biraz kenardan görüyorsunuz ama yine de odanızda kahvaltı etme imkânınız bile var. Illa full manzaraya uyanalım derseniz arkadaşlarımızın konakladığı toplam 5 odadan oluşan Aria Suites’i öneririm.

Oteller ve restaurantlar genellikle size uçurum kenarındaymışsınız hissiyatı verebilir ama manzarayı ve lezzetli yemekleri tattıktan sonra bu hissiyat içinizden tamamen kaybolacak. Fira’ya gitmişken gün batımından önce sofraya oturup uzo’larınızı sipariş edin derim. Gün batımı eşliğinde hafif hafif atıştırmaya başlamanın tadı bir başka.

Adanın bir diğer merkezi olan Oia (İa olarak okunuyor)’da bence güneş Fira’dan daha ihtişamlı batıyor. Dünyanı farklı ülkelerinden binlerce insan o daracık caddelerde güneşi batırmak için adeta bir ritüel oluşturarak bu manzarayı izlemeye geliyorsa vardır bir sebebi.

Otellerin de butik konseptte,  özel bir tatil yaşatma anlayışıyla hizmet verdiğini söyleyebiliriz. Caldera manzarasına hakim Oia ya Fira’da uçurumun kenarındaki butik otellerin her biri kendi içinde ayrı bir güzelliğe ve özgünlüğe sahip. Oia’yı biraz daha nişantası havasında bir yer olarak düşünmek mümkün. Fira’dan daha konsept ve kameralarınıza harika anılar bırakacak manzaralara sahip.

Ada içinde ulaşım oldukça kolay, neredeyse adanın her yerine Ulusoy, Varan tipinde otobüsler servis yapıyorlar. Ehliyetiniz var ise ATV kiralayarak da gezebilirsiniz. Biz şansa bir vip transfer bulduk ve aradığımızda bizi istediğimiz yere alıp bıraktı. Gregory’e bir kez de buradan teşekkürler. Adayı hep beraber altını üstüne getirmemizde katkısı büyük.

Plajlardan bahsetmek gerekirse ilk gün birçok kişinin gitmeden çok tavsiye ettiği Red Beach’e gittik. Biz Türklerin altın kumlu sahillerinden sonra dağ tepe aşarak plaja varmak baya garip bir duygu idi. Özellikle parmak arası plaj terliklerinizle gitmeseniz iyi olur. Gerçekten söylediğimde samimiyim baya volkanik kayaları tırmanarak ve sonrada hafif kaya hafif taş aşağıya yürüyerek denize varıyorsunuz. Öğleden önce plaja vardı iseniz şezlong yakalayabilirsiniz yoksa o kadar yolu gelip havlunuzu kayalara sermek zorunda kalıyorsunuz. Yiyecek ya da tuvalet vs gibi lüksler aramayın çünkü yok. Oldukça bakir bir yer. Ufak bir büfe ve dilim karpuz satan bir ağabey var, tuvalet ise oldukça derme çatma. İlla bu kırımızı plajı görelim derseniz plajı tırmanmaya başlamadan önce düzlükte bulunan büfe’den yiyip içebileceğiniz bir şeyler alın. Burası bize yetmedi illa birde Black ve White Beach’i de gelmişken görelim derseniz kişi başı 7.5 euro’ya küçük takalarla Red Beach’den oralara ulaşmanız mümkün. Belki ben kafamda red beach denilince çok şey hayal ederek gittim ama arkada yüksek kırmızı volkanik bir tepe ve küçük kızıl çakıllardan oluşan bir plaj görünce hayallerim biraz suya düştü. Akşam yemeğe gidene kadar açık söylemek gerekirse ya her yer böyle ise diye biraz moral bozukluğu yaşadık. Otelimize gelip biraz dinlendikten  sonra tekrar umutlarımızı yüklenip Fira merkezde bulunan Agro restaurant’a gittik. Iyki de gitmişiz hem modumuz değişti, hem de iyki Santorini’ye gelmişiz dedirtmeyi başardı bize gördüğümüz tüm manzaralar. Gün batımından önce giderseniz Fira merkezde çok güzel resimler çekebilirsiniz. Restaurant’daki mezeler ve yemekler çoğunlukla bizim ağız tadımıza uygun. Özellikle 3.kata rezervasyon yaparsanız tepeden tüm manzaraya hakim olacaksınız. Kızarmış ballı feta cheese, favalı ılık ahtapot, şarap ve uzo soslu midye, jumbo karides özellikle denemeniz gerekenler arasında. Biz rakı düşkünü Türkler için en büyük zorluk sanırım Uzo’yu 200 ml’lik şişelerde servis ediyor olmalı. Kalabalık bir grup iseniz her 5 kadehte bir, bir yenisini sipariş etmek durumda kalıyorsunuz.  

Yemek sonrası bir yerlerde eğlenelim derseniz orası biraz sıkıntılı, ada aşk adası olduğundan mekanlar da genellikle romantizm üzerine kurulu. Barlara girdiğinizde müzik hafif bir volum’le çalıyor ve şezlonglara uzanıp ışıldayan Fira’yı izliyorsunuz. Bunlardan bazıları Tango bar ve Franco bar. Tropical ve Casablanca barda müzik sesi biraz daha yüksek ama çılgın bir eğlence havası da yok.

2. gün ise ilk günkü plaj zorluğunu yaşamamak adına bu kez otelimize danıştık. İşletme sahibinin direkt bize önerisi Perivallos oldu. Bodrum Türkbükü tarzı yan yana farklı plajlardan oluşuyor. Upuzun bir sahil. Zevkinize göre herhangi birine oturun derim. Şezlong ve menü fiyatları 2.5-5 Euro arası değişiyor. Beach partide olsun derseniz Jojo ve Chillis’i yoklayabilirsiniz. Müzikler biraz Michael Jackson ve Madonna tarzı ama nostalji oluyorJ Kafanızı eğleneceğim diye hazırladıysanız keyif almak mümkün. Burada gittiğimiz plajlar arasında en beğendiğimiz Anemos oldu. Türkbükündeki Maki ayarı bir plaj. Yemekler, restaurant ve güneşlenme alanı diğerlerine nazaran daha şık. Hemen yanında yurtdışında birçok yerde aynı isme rastlayacağınız Cafe Del Mar var. Müzikleri adından da tahmin edileceği üzere gün boyu tam kafa dinlemelik.

Akşam için ise plajdan hiç otele dönmeden yanınıza bir ince elbise ya da şort alarak sahilde yemek yemeniz mümkün. Burada da Netz adında bir Yunan tavernasına gittik. Taverna deyince illa müzik, dans beklemeyin. Taverna Yunanistan’da yerel lokanta anlamına geliyor. Burada da ahtopot ızgara, domates mücver ve deniz börülcesine benzer ot oldukça leziz. “Kalioreksi” (afiyet olsun, tamamen duyduğum şekilde yazıyorum) Yemek sonrası tatlıyı es geçmeyenlerden iseniz sufle ve baklava mevcut. Baklava demişken Güllüoğlu baklavanın yerini hiçbir şey tutamaz. Yunanistan’ın farklı adalarında da baklavanın tadına bakmaya özen gösterdim ama bu konuda bizim gerçek lezzetti yakaladığımızı düşünüyorum.

Gelelim Oia’ya. Benim aklım da, kalbim de orda kaldı. Beyazın mavi ile adeta dans ettiği dar sokakları, hediyelik eşya dükkanları, güneşin ise batarken hafızanızda yer ettiği Oia. Burada da Lotza restaurant’in manzarası güzel. Farkli birçok resturant var ama inanın bana o kadar kalabalık ki erken gidip oturmazsanız yer bulmak imkansız. Güneşi batışı harika ama o sokaklarda ufacık tepelerin üzerine ellerinde kameraları ile yığılmış insanları görmek de farklı bir his. Herkes aynı saniyelere odaklamış kamerasını bekliyor.  Bir de önünden geçerken gözüme takılan Melevio pastane’den bir şeyler denenebilir, oldukça cezp edici tatlar var gibi. Bu arada canim Türkiye’mde de güneşin harikalar yarattığı yerler var ammada anlattın demeyin, Oia’nın havasını ve o kadar insanın aynı anda nefesini tutarak manzaraya odaklandığını gördüğünüzde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Adalarda sevdiğim son şeye gelir isek Yunanlıların misafirperverliliği ve cana yakınlığı. İnanın çoğu Türkleri seviyor. Türküm dediğiniz anda sürekli söyledikleri “My Friend, Come”. Bu My friend olayı tatil sonuna kadar bizim dilimizde tekerleme haline geldi.

Eee bukadar anlattım, yazımın başında da söylediğim gibi gidip gitmeme kararı sizin. Benim bir tarafım adanın ihtişamının biraz fazla abartıldığı ama bazı manzaralar da da hala ne yalan söyleyeyim aklımın takılı kaldığı. Özellikle balayı ya da özel bir teklif için tercih yapmak gerekirse Oia’daki oteller çok daha romantik. Aklınızın bir köşesinde farklı bir seçenek olarak bulunsun.

Seneye yaza güneşi Santorini’de batırmaya ne dersiniz?
Yakında görüşmek üzere!(Taksana Leme)…

 

 

 

18 Eylül 2012 Salı

Karşı Komşi "KOS"

Diğer adıyla İstanköy Turgutreis’den bakıldığından sanki elinizi uzatsanız gideceksiniz gibi yakın.  Ilık esen rüzgârı, denizi, beyaza boyalı evleri ile Bodrum’u Kos’tan Kos’u Bodrum’dan ayırmak pek kolay değil karşılıklı bakıldığında.

Adaya varış oldukça kolay. Bodrum Kale’den ya da Turgutreis Marina’dan kalkan feribotlarla Schengen vizeniz elinizde ise 45 dk’da kendinizi Kos’da buluyorsunuz, Turgutreis’den gitmeyi tercih ederseniz varış süreniz 30dk’ya düşüyor. Bodrum’dan Gümüslük’e balık yemeğe giderken harcadığınız zaman ile neredeyse aynı.

Boylu boyunca taş duvarlarla döşeli Kos marinaya indiğinizde 5 dk yürüyerek merkeze varıyorsunuz. Gidiş – dönüş feribot  maliyeti 30 euro. Yeter ki feribot saatinden yarım saat önce limanda olun. Yazılanın aksine adalara vizesiz girilemiyor o nedenle sakın kapıda vize alırız gibi haberlere aldanıp yola çıkmayın.
Kos Ege denizinin Türkiye’ye en yakın adası imiş. Bir havalimanı bulunduğunu araba ile dolaşırken keşfettik ama nerelerden uçak var bunu google’a sormak lazımJ

Biz önceden otelimizi ayırttığımız için feribottan iner inmez otelin adresi elimizde başladık sormaya. Adanın merkezi gerçek anlamda çok büyük olmadığından 10 dk yürüyüş ile otelimize vardık. Oteli Türk bir karı-koca işletiyor. Aslına bakarsanız odaları vs temiz, sabah geç kalktığınızda size kahvaltı hazırlıyorlar, hatta “aaa çocuklar ben sizi unutup topladım kahvaltıyı hemen hazırlıyorum” diyecek kadar bile samimiler. Ufak tefek karışıklıklar sorun olmaz bu tatlı çiftle illa tanışalım derseniz Mariem otele uğrayın derim. Önerdikleri plajlar, restaurantlar vs gerçekten adanın en iyileri diyebilirim. Kendi eviniz gibi dolapları açıp bardak, su vs her şeyi alabiliyorsunuz ve sanki yurdunuzdan hiç ayrılmamışsınız gibi herkes Türkçe konuşuyor. Otelin başka bir artı yönü de 1 sokak arkasında kilometre boyu uzanan sahilin olması. Yan yana farklı tatlarda her türlü yemeğe ulaşabileceğiniz, şezlongları kişi başı 2 ila 4 Euro arası değişen yerlerde oturabilirsiniz. Burada tercihi size bırakıyorum. Sahil boyunca yürürken gözünüze kestirdiğinize oturun. Kalite ve temizlik aşağı yukarı hepsinde aynı. Sophies rest’in yemekleri ve plajı hiç fena sayılmaz. Bu arada otel ayırtmadan da adaya gitmek mümkün. Sahil boyu ve sokak aralarında birçok şirin pansiyon, ufak otel tarzı yerler var.

Ada da merkezde bulunan sahilin dışında farklı koylarda var. Buralara ulaşmak için araba, motor ya da ATV kiralayabilirsiniz. Bize otelin sahipleri bu konuda da yardımcı olup acenteden 60 Euro’ya kiralayalacağımız arabayı elimize birde harita tutuşturarak kendi arabalarını kiraladılar. Üstelikte makul bir fiyata. Adanın birbirine en uzak mesafesi tahminimce 1 – 1,5 saat kadar. Adayı çözünce bu daha da kısalabilir ama yol bilmeyince dur sor, haritaya bak 1,5 saati buluyor ister istemez. Kardemena, Kefalos, Tigaki, Antimachia, Mastihari, Marmari ve Pyli gibi koylar adanın en bilinenlerinden. Buralarda ne göreceğiz derseniz çok da farklı bir şey yok, adanın arka tarafına geçtikçe deniz belki biraz daha dalgalı fakat plajlar yumuşacık kum ve boylu boyunca uzanıyor. Benim gibi plaj boyu yürüyüş yapmayı seviyorsanız, gitmeye değer.  Tigaki’deki Mickie Beach’den memnun kaldık.

Kos’da toplam 2 gün kaldığımız için çok da öneride bulanamayacağım belki ama inanın bana gittiğimiz restaurantlar zaten adanın en iyi 2 restaurant’ı imiş. Bu durumda nokta atışı yaptığımız için çok mutlu olduk. Bunlardan biri “Barbauni”. Oldukça sık, içeri girdiğinizde beyaz tenteler, loş mumlar, hafif müzik ve yemekler birbirinden lezzetli. Vizeniz cebinizde ise her sene gidilir valla. Bodrum Gümüşlükte ya da Yalıkavak’da şahane balık yediğini sananlar ki bizde bu gruba dahildik buraya gelince fark ettik ki maddi ve manevi tatmin Kos’da çok daha yüksek. İlla canlı müzik dinleyelim  derseniz Barbauni’nin hemen yanında Caravelle rest’da hem yemek yiyip hem de Yunan müziği dinleyerek dans edenleri izleyebilirsiniz. Hatta sirtaki yapmak isteyenler kendilerini direkt sahneye atabilirler. Biz Türkler kafamız biraz şense her yörenin dansını yaparız biliyorsunuz. “Ela My Friend” dedikten sonra kimse sizi yadırgamayacaktır bence. Neler yiyeceğinize gelirsek sıcak feta cheese (Talagani), Yunan salatası olmazsa olmaz, ızgara kalamar, ahtapot ve jumbo karides’i mutlaka yemelisiniz. Türkiye’de bu fiyatlara yemek mümkün değil. Birde severseniz kızarmış ıstakoz parçaları da ağzınıza layık olabilir. Biz yemeklerden o kadar memnun kaldık ki yanında bolda rakı içince gece bar gezmeye fırsatımız olmadı. Bar tarzı yerlerin önerilerini inşallah önümüzdeki sene yazıya ekliyor olurum. Bu arada Yunanistan’a gittiğinizde her yerde o kadar güzel yerel müzik çalıyor ki inanın bana bara gidip her gün dinlediğimiz tarzda müziklerle kafa yormaya gerek kalmıyor. 

Alışveriş için turistik bakımdan ufak da olsa şirin bir çarsısı var. Hatıra olarak üzeri Kos yazılı el işlemesi örtüler, zeytin ağacından elde yapılan süs eşyalar  en çekici olanları. Sakız likörü seviyorsanız adada iki adet büyük içki satan tekel bayii tarzı dükkân var. Uzo’da almak mümkün tabii. Benim için Türk rakısının yerini hiçbir şey tutmayacağı için boşuna taşıma zahmetine girişmedim. Bir de yerel dükkânların bulunduğu bir çarsı var, illa giyim alışverişi yapalım derseniz oraya yönlenmenizi tavsiye ederim. Onun dışında adaların kaçınılmazı bizim Kapalı Çarşının daha da ucuz versiyonu taklit çantalar, gözlük, saat ve ayakkabılar her 10 mt’de bir  karşınıza çıkabilir.

Merkezde alışverişten yorulup şöyle bir soluklanalım dediğinizde kilisenin hemen önündeki Taverna Kuputu’ya gidebilirsiniz. Sahibi Türk, menüde yok yok. Meze, Ege mutfağı, İtalyan, balık ve et her şey mevcut. Aç çıkmayacağınız garanti. Ayrıca canlı olmasa da keyfinizi yerine getirecek yunanca  müzikler çalıyor. Biz Santorini feribotuna binmeden önce orda yemek yedik. Santorini feribotu demişken Blue Ferry firmasından on-line ya da Kos bayisinden bilet satın alarak farklı adalara ulaşmak mümkün. Blue Ferry dışında başka feribot firmaları da mevcut. Hangi adalara ulaşım olduğunu öğrendikten sonra tercih size kalmış.

Ülkemizin aksine özenerek söylüyorum  ki bisiklet kültürü adada oldukça gelişmiş. Neredeyse çoğu insan araba ya da motor yerine bisiklet tercih eder durumda.  Ada araç trafiğine açık olsa da insanlar bisiklete de bir vasıta gözüyle bakmayı çoktan öğrenmişler. Unutmadan adada Osmanlı mimarisinin izlerini de görmek mümkün. Loziya Camii ve Defterdar Camii adanın merkezinde zaten karşınıza çıkıyor olacak. Diyorum ya camimiz var, çoğu insan Türkçe de konuşuyor hakikaten komşuyuz biz adayla. Birde şu vizeyi kaldırsalar her daim ordayız ama…

Son olarak  yapabileceğiniz başka bir aktivite de 3 adalara düzenlenen günübirlik turlar. Kısıtlı günümüz olduğundan bu gidişimizde tadını çıkaramadık. Seneye inşallah.

Kos Santorini’ye kıyasla daha salaş bir ada olsa da yine de kendinizi Avrupa’da gibi hissetmeniz mümkün. 45 dk’lık bir feribot seyahati ile iyi bir kaçamak noktası. Hizmet, güler yüz, lezzetli yemek ve keyifli müzik derseniz “Haydi Karşı Komşu’ya”… Ben yine gidiyor olacağım.

 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...